24.12.2007

Öğrenme ve Davranışlarımızdaki Gözlemlenebilir Değişim

Psikoloji biliminin doğuşu diyebileceğimiz ilk çalışmalar 19. yüzyılda davranış bilim laboratuarlarından çıkıyor. 0 sıralarda psikolojide yeni bir bilim dalı olarak yöntemleriyle kendini var etmeye çalışan etkin ekol, davranışçılık. Davranışçı psikologların öncülerinden John Watson psikolojiyi, doğa bilimlerinin nesnel deneysel bir alanı olarak tanımlıyor. Kuramsal hedefininse davranışları tahmin ve kontrol olduğunu vurguluyor. Öğrenme, doğrudan ölçümü yapılamadığından bireyde ortaya çıkan davranış değişiklikleriyle değerlendirilmeye başlanıyor. Davranışçılık ekolünün ortaya çıkmasına zemin hazırlayan ilk araştırmalarsa hepimizin yakından tanıdığı Ivan Pav-lov'un klasik koşullanma çalışmaları.

İsterseniz klasik koşullanmayı basit bir örnekle açıklamaya çalışalım. Buzdolabından sulu, lezzetli bir limon çıkararak keskin bir bıçak yardımıyla onu dilimlemeye başladığımızı hayal edelim. Daha sonraysa mis gibi kokan bu ekşi dilimlerden birini tuzlayıp afiyetle yemeye başladığımızı... Henüz bu satırları okuyup limon suyunun dilimizde bırakacağı mayhoş tadı düşlerken bile ister istemez ağzımızın sulanmaya başladığını fark edeceğiz. Oysa hayatımız boyunca hiç tatmamış olduğumuz bir meyve ya da sebzeden bahsediliyor olsaydı, bedenimizin bu doğal tepkiyi vermesini beklemeyecektik. Örneğimizde, limonun kendisinin değil, hayalinin bile tükürük salgılamamızı tetikliyor oluşu aslında limon suyunun ekşi tadına ilişkin geçmiş deneyimlerimiz ve yaşam bilgilerimizle birebir ilişki içinde. Bir süre sonra limonun hayaline de, limon suyunun kendisine verdiğimiz fizyolojik yanıtın aynısını vermeye başlıyoruz.

Peki, bu bağlantılar nasıl kuruluyor?
Klasik koşullanma nasıl gerçekleşiyor?

Pavlov'un köpekler üzerinde yaptığı klasik koşullanma deneylerini duymayanımız yoktur. Bir deney düzeneği içinde düzenli olarak etle beslenen köpek, her öğün öncesinde bir zil sesine maruz bırakılır. Bir süre sonra yemekten bağımsız olarak bu zil sesini duyduğunda da tükürük salgılamaya başlar. Normal koşullar altında bu zil sesine bu tepkiyi vermediği halde... Pavlov'un deneyinde köpeğe verilen yiyecek hayvanda doğal, fizyolojik bir yanıt olarak tükürük salgısına yol açan koşulsuz bir uyarıcı olarak geçiyor; zil sesiyse baştan herhangi bir salgıya yol açmayan etkisiz bir uyarıcı. Ne zaman ki baştan etkisiz olan bu zil sesi yiyecekle beraber sunulmaya başlanıyor, koşulsuz uyarıcı olan etle iliş-kilendirilerek koşullu uyarıcı haline geliyor. Bu ilişki kurulduktan sonray-sa hayvanda koşullu yanıt olarak tek başına da tükürük salgılama yanıtını tetiklemeye başlıyor. Diğer bir deyişle, koşullanma yoluyla öğrenme gerçekleşmiş oluyor. Bu öğrenme türü günlük yaşamımızda farkında olmadığımız pek çok davranışı tetikliyor. Refleksif bir yapı sergilediğinden klasik koşullanma ancak yemek, su, cinsel bir nesne gibi yaşamsal, birincil ödüllerin varlığında gerçekleşebiliyor. Diğer bir deyişle, bu öğrenme türünde verdiğimiz yanıtlar doğal olarak koşullanmış olduğumuz yanıtlar olduğundan, davranışlarımız üzerinde kontrolümüz bulunmuyor. Örneğin, ağzımızın sulanıp sulanmaması kendi irademizle gerçekleşmiyor. Klasik koşullanmada aslında iki uyaran arasındaki ilişkiyi öğrenmiş oluyoruz. Koşulsuz ve etkisiz uyarıcı birbiriyle ilişkilendirilerek öğrenme tamamlanıyor.

Diğer bir koşullanma türüyse edimsel (operan) koşullanma. Öğrenmede ödül ve ceza sistemi üzerine kurulan bu koşullanmayı bir tür deneme yanılma yöntemi olarak da görebiliriz. Fre-deric Skinner tarafından ortaya koyulan edimsel koşullanmada birey, davranış karşısında aldığı ödül ya da cezaya göre o davranışı göstermeye devam ediyor ya da davranışın sıklığı seyreli-yor. Edimsel koşullanmada öğrenilen davranışı sergileyip sergilememek bireyin kendi iradesinde. Karşılığında gördüğü tepkiye göre davranışlar şekilleniyor. Çünkü edimsel koşullanma yoluyla sıklığında değişiklik görülen davranışlar refleksif özellikler sergilemiyor; öğrenme, uyarıcı - yanıt ilişkileri kurularak gerçekleşmiş oluyor. Edimsel yolla öğrenmeye verebileceğimiz pek çok örnek var. İsterseniz onlardan birini, dondurma alınmadığı için ağlayan küçük bir çocuğu ele alalım. Bu, çocuk eğitiminde en önemli noktalardan biri: İstekleri yerine getirilmediğinde ağlayan bir çocuğa nasıl yaklaşılması gerektiği. Çünkü verdiğimiz tepkiler çocuğun gelecekteki davranışlarını da yönlendiriyor. Eğer bir davranışın pekişmesini engellemek istiyorsak, verebileceğimiz en güzel tepkilerden biri de bu davranışı görmezden gelmek. Çünkü kızmak, ya da bağırmak için bile bir tepki verdiğimizde çocuk bunu bir ilgi (ödül) olarak yorumlayıp istediklerini elde edebilmek için sürekli ağlama davranışı sergilemeye başlayabiliyor. Oysa görmezden geldiğimizde, davranış pekişmediğinden bir süre sonra sönmeye uğruyor.

Koşullanma kuramları, bilişsel öğelerden ve organizmaların düşünce ve beklentilerinden uzak kalmaya çalışıyorlar. Çünkü zihinsel işleyişleri kara bir kutuya benzeten davranışçı ekol, nesnel olmanın tek yolunun girdi (uyarıcı) ve çıktıya (davranışsal yanıt) bakmaktan geçtiğine inanıyor. Beklentileri bu denli görmezden gelen davranışçı ekolden gelen Clark Hull ise organizmayı belli bir davranışa iten güdünün, belli bir amaca ulaşma beklentisi olduğunu ortaya koyarak "beklenti" terimini, ilişkilendirme ve koşullanmalarla davranışçı ekolün kalıplarında yeniden şekillendiriyor. Hull'a göre ulaşmak istediğimiz amacın öncesinde yer alan her bir çevresel uyaran, birbiriyle fiziksel yakınlık sergilediğinden koşullu uyarıcı haline gelmeye başlıyor. Örneğin, öğle saatlerinde büro ya da sınıflarımızdan çıkarak yemekhaneye gittiğimizi düşünelim. Büro ya da sınıfla yemekhane arasındaki yolda, yemekhaneye en yakın bölgeler etkisiz birer uyarıcıyken, yemekle ilişkilendirilerek koşullu uyarıcı haline geliyor. Daha sonra bu koşullu uyarıcılar, yakınlarındaki diğer etkisiz uyaranlarla ilişkilen-dirilip onları da anlamlandırıyorlar. Bu zincir sonunda, bizleri yemekhaneye gitmeye iten şey yemek yeme beklentisi değil, koşullu uyaranlara verdiğimiz refleks nitelikli yanıtlar olmaya başlıyor.

Kızmak, ya da bağırmak için bile bir tepki verdiğimizde çocuk bunu bir ilgi (ödül) olarak yorumlayıp istediklerini elde edebilmek için sürekli ağlama davranışı sergilemeye başlayabiliyor. Oysa görmezden geldiğimizde, davranış pekişmediğinden bir süre sonra sönmeye uğruyor.

Unutma : Bir çeşit öğrenme

Öğrenmeyi davranışlarımızdaki gözlemlenebilir değişimlerle ölçen davranışçı psikologlar, unutmayı da bir çeşit öğrenme olarak yorumluyorlar. Koşullanarak öğrenmenin iki uyaran ya da uyaran - yanıt arasında kurulan ilişki-lendirmelerle gerçekleştiğinden bahsetmiştik. Öğrenme nasıl ki bu ilişkilerin kurulmaya başlanıp giderek daha da güçlenmesiyle gerçekleşiyorsa, unutma da hâlihazırdaki ilişkilerin yerine farklı ilişkilerin kurulmasıyla beraber eski ilişkilerin güç yitirmesinden kaynaklanıyor.

Örneğin, yeni bir şehre taşındığımızda yaşadığımız eski şehirdeki yolları unutabiliyoruz. Çünkü taşındığımız yeni şehirde her bir çevresel uyarıcıya vermeyi öğrendiğimiz davranışsal yanıtlar, eski şehirdeki ilişkilendirmelerin yerine geçmiş oluyor. Öyleyse unutmanın da aslında bir çeşit öğrenme olduğundan bahsedebiliyoruz.

Kaynaklar:
Talaşlı, U. (2004) ODTÜ Psikoloji Bölümü "Öğrenme" ders notları.
http://suedstudent.syr.edu/~ebarrett/ide621/behavior.htm

Hiç yorum yok: