27.12.2007

Devlet Merkezcilikten İnsan Merkezli Piyasa Ekonomisine...

Bazı araştırmacılar XX. yüzyılın siyasi anlamda insanlık tarihinin en kısa yüzyılı olduğunu öne sürerler: Birinci Dünya Savaşı'yla başlayan, uluslararası ilişkilerin Soğuk Sa-vaş'm donduruculuğunda bir dünya elitinin halklar üzerinde oynadığı zorlu ve acımasız bir satranç müsabakasına indirgenmesiyle süren ve ardında türlü acılar, bilenmiş kinler, biriken nefretler, bir türlü dinmeyen intikam duyguları ve sorunlar yumağı bırakarak, sonuçta 1989 Doğu Avrupa Devrimleri'yle sona eren ilginç bir yüzyıldır bu.

XX. yüzyılın sonu aynı zamanda iki merkezli dünyanın ve Soğuk Savaş'm da sonudur; yeni başlayan Sıcak Barış artık XX. yüzyılın değil, insanlık tarihinin, sonu nereye varacağı bugünden kestirilemeyen yeni bir sayfasının hikâyesi olacaktır.

XX. yüzyılın başları Almanya'nın, ortaları Birleşik Amerika ve Sovyetler Birliği'nin, sonları Uzak Asya ve Batı Avrupa'nın yıldızının parladığı dönemler olarak görülse de, XX. yüzyılın asıl "gizli kahramanı", deyim yerindeyse "karakter oyuncusu", her gelişmeye dolaylı ya da dolaysız damgasını vuran bölge olan Doğu Avrupa'dır. XX. yüzyılın açılış ve kapanış parantezleri Doğu Avrupa'da atılmıştır; Saraybosna'da veliahta atılan bombayla, sadece bir dünya savaşı başlamakla kalmamış, imparatorlukların yeryüzünden silindiği, dünya haritasının altüst olduğu bir dönem açılmıştır; birincisini gölgede bırakan ikinci Dünya Savaşı'mn kıvılcımının çaktığı bölge yine Doğu Avrupa'dır. Bir türlü yerine oturmayan etnik ve coğrafi dağılımın çalkantılarında iştahı kabaran büyük devlerin ilk uzandığı bölgedir burası. Paylaşılamayan, üzerine savaşılan topraklardır. Ve nihayet, bu çalkantılı yüzyıl yine, bu bölgede derinlerden gelen sarsıntıyla kapanmış, Doğu Avrupa'nın, üzerine zorla giydirilmeye çalışılan tek tip elbiseyi paramparça etmesiyle yeni bir dünyanın ilk cümlesi söylenmiştir. Tarihin ne garip bir ironisidir ki, Saray-bosna'da atılan bombayla başlayan yüzyıl, yine Saraybosna'daki -ama bu kez- yığınsal bombalamalarla kapanış perdesini indirmektedir.

Şimdi Doğu Avrupa, dramatik bir adım atarak tarih sahnesine fırlıyor: Devlet merkezcilikten, insan merkezli piyasa ekonomisine geçişin yollarını zorluyor. Denenmemiş patikalardan geleceğe çıkışlar arıyor. Toplumsal ve ekonomik yapılarında yeni modeller peşinde koşuyor. Hangi süreçlerin sonucudur bu gelinen nokta?

Doğu Avrupa'nın, defalarca otoriter ve totaliter uç noktalara kadar uzanan geleneksel devletçi yapısı hiç de sanıldığı gibi sadece son kırk yılın kolektivist yapılanmasının öngördüğü ve daha sonraları tarihin çıkmaz sokaklarından geri dönen modelin bir sonucu değildir. Doğu Avrupa'da devlet, toplumsal hayatı tüm yönleriyle düzenlemek iddiasıyla çok daha önceleri ortaya çıkmış ve gelişmelere damgasını vurmuştur.

Batı Avrupa'nın kalkınması, Anglosakson liberalizminin egemen düşüncesi olan, bireyin -bazen toplumsal çıkarların da önüne geçebilen- özel çıkarlarına ve bunların yaratacağı motivasyona dayanarak güçlenen ekonomik model üzerinde temellenmiştir. Sanayi devrimine biraz daha geriden dahil olan kıta Avrupa'sında, devletin ekonomik ve toplumsal hayatı düzenleyici etkisi, pür liberal düşünceleri ve bu idealler üzerinde oluşan toplumsal ilişkileri dengeleyici bir faktör olarak devreye girerken, Doğu Avrupa'da devletçilik olgusu her dönemde son derece belirleyici olmuştur.

Bu bölgede "halklar zindanı" haline gelen köhne imparatorlukların enkazları üzerinde yüzyıl başlarında hayat bulan yeni devletlerin en büyük özellikleri "ulusal" olmalarıdır. Ulusal devletler, güneşin altında kendilerine yer ararken, bunu her fırsatta "ötekini" ezmeye çalışarak yapmaktan geri kalmayacak, kendi kimlik arayışı içinde ulusal olumluluklarını, "ötekinin" olumsuzluklarıyla kuracağı kontrastla hissettirmeye büyük özen göstereceklerdir. Yüzyılların biriktirdiği etnik kan davaları o dönemde bu ülkelerde siyasi plüralizmin gelişmesinin önünde ciddi bir engel teşkil edecektir. Ulusun "kutsal çıkarlarını korumak" ilkesi her şeyin önüne geçecek, böylece giderek otoriterleşen ve totaliterleşen siyasi yapılanmalar için de "haklı" gerekçeler yaratılmaya çalışılacaktır. Bu dönemde devletçi yapılanma "etnik" ve "dinsel-mezhepsel" farklılıklar üzerinde inşa edilmiştir. Bunun siyasi tezahürü olan milliyetçi ve dinsel değerleri programlaştıran muhafazakâr düşünceler yüzyıl başlarının Doğu Avrupa'sının egemen siyasi akımları haline gelmiştir.

Burada unutulmaması gereken en önemli nokta, toplum içinde kabul gören değerler sistemidir: Önemli olan bu dönemde bu ülkelerde milliyetçi, militarist, faşizan hükümetlerin işbaşında bulunması değil, bölge halklarının devletin toplum hayatını düzenlemeye hakkı olduğuna, hatta ülkenin ve ulusun ancak böyle ayakta kalabileceğine, yani tarih sahnesinden silinmeyeceğine yürekten inanmalarıdır.

işte paternalist ve müdahaleci devlete olan inanç, bu toplumların İkinci Dünya Savaşı sonrasında kollektivist kalkınma modelini uygulamaya başlamasını son derece kolaylaştıran bir faktör olmuştur. Doğu Avrupa'nın sosyalist yapılanma modeline dışardan, Sovyetler Birliği ve militarist yapılı komünist partiler tarafından zorla sokulduğu tezi son derece yaygın bir tezdir. Bu tezde doğruluk payı da kuşkusuz vardır, ama bu ülkelerin, devletin ekonomiden, siyasete, kültürden dini hayata her alanı belirlediği bir modeli bu kadar kısa bir zamanda ülke içinde yapılandırmasında en önemli faktör bölge ülkelerinde devletçiliğin zaten kabul gören bir felsefe olmasıdır sanıyorum. Bulgaristan, Macaristan ve Polonya'da -hatta Almanya'nın doğusunda- İkinci Dünya Savaşı sonrasında, savaş öncesinin totaliter rejimlerin yerine (kısa süren bir demokrasi döneminin arkasından) yeniden totaliter rejimlerin kurulması -ve kabul görmesi- herhalde başka türlü de açıklanamaz.

Doğu Avrupa ülkelerinde son kırk yılın en temel özelliği devlet olgusuydu. Hayatın her alanına son derece doğal olarak nüfuz edebilen, toplumsal hoşnutsuzluğun ve muhalefetin ulaştığı düzeye bağlı olarak otoriter ve totaliter yöntemlerinin dozunu da rahatça ayarlayan devlet, toplumun en önemli ve vazgeçilmez kurumu olarak değerlendirilmişti. Ekonomi tüm birimleri, üretim, dağıtım ve tüketim ağlarıyla birlikte devletin kontrolündeydi. Sağlık ve eğitimden, şehirleşme ve spora, medya ve televizyondan park bahçe düzenlenmesine kadar akla gelebilecek her alanda devletin kurumları ve bürokratları yetkiliydi.

Devletçiliğin absürd boyutlara ulaştığı bu ortam elbette toplumsal hayatta bireye fırsat tanımıyor ve bireylerin özgür iradeleriyle kurdukları toplumsal oluşumların manevra imkânını neredeyse sıfırlıyordu.

Ekonomide piyasa etkisini hiçbir şekilde hissettiremiyordu. Piyasa kurallarının işlemediği bir ortamda arz ve talebi birbirine yakınlaştırmak çok zordu. Uç beş yıllık planlarla, toplumda üretimin yönelimini belirlemek mümkündü, ama bu tür planlarla, toplumsal gereksinimlerin ve bireysel zevklerin anlık değişimiyle aralıksız değişen tüketimin, yani talebin izini sürmek olacak iş değildi. Toplumsal yarar ilkesi her zaman kârlılıkla örtüşmüyor, bu ise randımansız, rekabet gücü olmayan, teknik olarak da gelişme motivasyonunu hiç taşımayan bir üretim yapısı ortaya çıkarıyordu.

Üretimde toplumsal yararın kârlılıkla denk düştüğü alanlarda ise, ortada fiilen özel mülkiyet olmamasına rağmen toplumsal farklılıklar oluşuyordu. Bu durum ise modelin temel ilkelerinden biri olan "eşitlikçilik"le çeliştiğinden, ya anayasal-yasal yaptırımlarla, -aslında toplumsal dinamizmi gerçekten temsil eden- bu faaliyet alanlarının önü tıkanıyordu ya da -ki bu daha yaygın bir pratikti- bu ülkelerde ekonomik-toplumsal anlamda şizofren bir yaşam boy veriyordu: Bir yanda yasaların çizdiği çerçevede yani resmi süreçler yaşanırken, diğer yanda kayıt dışı, ama gerçek ekonomi açısından son derece meşru faaliyetler filizleniyor ve bu yeni alanlar kendi kurumsal yapılanmalarını oluşturuyorlardı. Bu kayıt dışı toplumsal süreçleri düzenin elverdiği esneklik içinde legalleşti-rebilen ülkeler kolektivist modeli uygulayan ülkeler grubu içinde avantajlı duruma geliyorlardı. 1989 görkemli dönüşümüne kadar sosyalist yapı içinde neredeyse bu ülkelerin tümünde -adı konulmamış olsa da- özel mülkiyet zaten boy vermiş, piyasa etkilerini üretime taşıyabilmek için değişik deneylere girilmişti (Macaristan ve Polonya'da uygulanmaya çalışılan sosyal-piyasa ekonomisi reformları buna ilginç bir örnektir).
Sonuç olarak, aslında ilk bakışta görünenin aksine Doğu Avrupa ülkelerinde dönüşüm süreçleri 1989 devrimleriyle başlamamıştır. 1989 devrimleri, daha önceki on yıllar boyu süren ekonomik dönüşümlerin siyasi yansıması, açık kurumsal tezahürüdür. 1989 devrimleri bu ülkelerde uygulanan modelin, kendi mantıksal ve ideolojik çerçevesi içinde reforme edilebilmesinin olanaksızlığının açıkça kabulüdür (A. Einstein'm dediği gibi; bir düşünce sistemi içinde ortaya çıkan sorunlar, o düşünce sisteminin çizdiği çerçeve dahilinde çözülemiyorlar). Bu devrimler, ekonomik hayatta tanınan özgürlüklerin ve uygulanan ekonomik reformların, devletin reformu, siyasal yapının liberalleşmesi gündeme gelmeden, açık ve hiç kimseye imtiyaz tanımayan çoğulcu demokratik bir sistem ve anayasa, hukuk ve yargı sistemine dayanan bir siyasi rejim olmadan hiçbir işe yaramadığının teslimi anlamına gelmektedir. Esasen ekonomik özgürlükler ve bireysel girişimin meşrulaştırılması siyasal dönüşümü hızlandıran katalizatör işlevi görmüştür.

Devlet merkezli kumanda ekonomisinden serbest piyasa ekonomisine geçiş sürecinde ilk akla gelen ve en belirleyici adım özelleştirme gibi görünüyor. Özel mülkiyetin dokunulmazlığını, egemenlik hakları arasında birinci sıraya oturtan ve bunu kendi tarihsel gelişme süreci içinde adım adım, özümseyerek yaşayan Batı dünyası açısından bu anlaşılabilir bir şey de. Ama toplumsal hayatta total devlet kontrolünü yaşayan Doğu Avrupa ülkeleri açısından, tarihsel fırtınaların götürdüğü bu çıkmaz sokaktan geri dönüş, sadece özelleştirme, yani üretim birimlerinin eski-yeni özel sahiplerine devri değil, toplum hayatının çok değişik alanlarından devletin geri çekilmesi, yani devletsizleştirme anlamına geliyor. İşte yapılmak istenen budur.
Toplum hayatından merkezi otoritenin geri çekilmesi elbette sancısız yaşanan bir süreç değil. Bu gelişmede en büyük tehlike, devlet aygıtının gereksiz yere işgal edip yönlendirdiği alanların boşaltılmasıyla, bu alanların, toplumun iç dinamiğiyle ve meşru yollardan oluşturduğu, çıkar gruplarının koordineli denetimine değil, mafyasal gayrı-meşru gruplaşmaların eline geçmesidir, ki bunun örnekleri Rusya, Bulgaristan ve Romanya gibi geçmiş dönemde devletin totaliter özelliklerinin en büyük olduğu ülkelerde yaşanıyor.

Devletsizleştirme sürecinin, dönemin gerektirdiği ölçülerde, gidilebilecek son noktaya kadar giderek sürdürülmesi son derece zor ve bıçak sırtında manevra yapmak kadar tehlikeli bir iş: Her şeyden önce, şunu da kabul etmek gerekir ki, piyasanın kendi yasaları çerçevesinde, yani müdahalesiz bir şekilde üretimi en rasyonel düzeye getireceği tezi klasik liberalizmin en çok propagandası yapılan, ama tarihin hiçbir döneminde hayat bulmayan efsanesidir. Piyasa, arz ve talep dengesini baştan değil, sondan, yani üretimin gerçekleşmesinden sonra oluşturur. Bu nedenle, daha sonraki önlemlerle üstesinden gelinebilse de, piyasa ekonomisinde krizler, -konjonktürel ve yapısal olarak- görülmemiş şeyler değildir. Kaldı ki, tarihin her döneminde en liberal yöntemlerle idare edilen ülkelerde bile, devlet şu ya da bu oranda ekonomik hayata müdahale etmiş, hiç değilse belli alanlarda ulusal ekonomisini kollayacak önlemler almıştır. Bu genel kaygıların da ötesinde teknik, teknolojik geri kalmışlığı, dünya pazarlarından soyutlanmışlığı, rekabet geriliği Doğu Avrupa'nın işini ayrıca zorlaştırıyor.

Öte yandan devletsizleştirmenin neden olabileceği toplumsal patlamalar da Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan süreçlerin üzerinde ciddi bir tehdit oluşturuyor. Sağlık, eğitim, konut sistemlerinin kâra endeksli hale gelmesinin, serbest piyasanın üreticiler arasında neden olacağı doğal elemenin toplumsal boyutları, sosyal devlet yardımlarının azalmasının getireceği yoksullaşma olgusu orta hallilikte eşitliğe alışmış bu halklar içinde protesto eğilimini güçlendiriyor, popülist söylemlere potansiyel taraftar kazandırıyor.

Ama tüm bunlara rağmen, Doğu Avrupa ülkeleri, devletin toplumun her alanına hâkim olduğu kumanda ekonomilerinden ve totaliter toplumsal yapılardan, dengeli piyasa ekonomisine ve plüralist demokrasiye olan yolculuklarında önemli avantajlara sahipler: Her şeyden önce piyasa ekonomisi, kendiliğinden ve tarihsel koşullarda oluşmadığından, sürecin sosyal Darwinizm olarak nitelenebilecek yabanıl olguları gündeme gelmiyor. Böylece Batı'nm piyasa ekonomisini uygularken kendi koşullarında bile beceremediği, tarihsel (dolayısıyla spontan) gelişim nedeniyle dışlayamadığı bazı toplumsal olgulara ve formasyonlara işin başında fırsat tanımamak imkânı doğuyor. İkincisi, bölge ülkelerinde her şeye rağmen son derece yüksek olan eğitim ve kültür düzeyi, ekonomik ye toplumsal kalkınmanın artık birincil unsuru haline gelen insan faktörü açısından bu ülkeleri çok avantajlı ve zengin hale getiriyor, niteliksel ve kalitesel sıçrayışları mümkün ki iyor. Etnik olarak çok karışık olan Yugoslavya'nın dışında, diğer ülkelerde 40 yıllık totaliter yönetimlerden, sivil ve plüralist rejimlere geçişin bu kadar yumuşak ve kavgasız o ması da bu bölge insanlarının bilgeliğini göstermiyor mu?

Üçüncü önemli avantaj ise uluslararasıdır:
Doğu Avrupa'nın yaşadığı dönüşüm süreci, Batı Avrupa'nın siyasal ve sosyal bütünleşme sürecine denk düşmektedir. Bu süreç, Batı'nm, dil, kültür din hayat tarzı ve gelenekler olarak kendine çok yakın olan Doğu'daki yoksul kuzenleriyle entegrasyonlara ulaşabilmesi için son derece uygun bir tarihsel zemindir.

Eğer Doğu Avrupa, bu tarihsel fırsatı iyi değerlendirebilirse, Asyalı ve devletçi Dogu'yla, Avrupalı ve konformist (ve bu anlamda muhafazakâr) Batı dünyasının ilginç ve yeni senteziyle kendi yeni yüzünü bulabilir. Orta Avrupalı olmakla gurur duyan ünlü Macar şaın Jozsef Attila'nın şu mısralarında olduğu gibi:

Şu dünyada düşeceksen yollara,
İyisi mi yedi kez doğmaya bak.
Bir kez yangın çıkan bir evde doğ,
bir kez buzdan soğuk sellerde,
bir kez azgın deliler arasında,
bir kez olgun bir buğday tarlasında,
bir kez kimsesiz bir manastırda.
Bir ağızdan ağlayan altı bebek, yetmez:
Sen kendin yedinci olmaya bak (1)

Tarihin cehennem ateşlerinde yedi kez yakılıp yıkılan ve her defasında kendi küllerinden yeniden doğan Doğu Avrupa nihayet kendi kimliğini arıyor. Bunun ne kadar başarılı olabileceğini ilerde hep birlikte göreceğiz.

1) Cevat Çapan'in çevirisinden.
Cogito 5 güz 1995 - Tarık Demirkan

Hiç yorum yok: