24.12.2007

Öğrenme ve Bilişsel İşleyişler

19. yüzyılda davranışçılık alanında yapılan çalışmalar, koşullanmaların yaşamımızın bütününü kapsadığını ve öğrenmenin insan zihninin işleyişinden bağımsız olarak, kurulan uyarıcı - yanıt (operan koşullanma), ya da uyarıcı - uyarıcı (klasik koşullanma) arasındaki ilişkilere dayandığını iddia ediyordu. Ancak 1950'lerde, özellikle de dilin nasıl öğrenildiği konusunu araştırmaya yönelen biliminsanları bambaşka bir gerçekliği keşfettiler: bilişsel işleyişlerin öğrenmedeki payı. Bu farkındalık biliş devrimini de beraberinde getirdi. Bilişsel akımın varsayımları, insan zihnini karanlık bir kutuya benzeten davranışçıların açıklamada yetersiz kaldıkları noktaları gün ışığına çıkarmayı hedefliyordu. Diğer bir deyişle, zihin inceleme altına alınıyordu. Bilişsel akıma bağlı psikolog ve biyologların ulaştıkları sonuçlara göre öğrenme, ödül olmadan da gerçek-leşebiliyordu. Bunun yanı sıra her öğrenme, beraberinde mutlaka davranış değişimini de getirmek zorunda değildi. Daha da önemlisi davranışlarımız, otomatik ilişkilendirmeler-den çok anlamlı hedefler doğrultusunda biçimleniyordu. Davranışçılık akımını kökünden sarsan en etkili iddialardan birini ortaya koyan ve 20. yüzyılın ünlü dilbilimcilerinden Noam Chomsky, dilin kimi ifadelerinin tamamen orijinal ve gramatik olduğundan; bir bebeğin dili yeni öğrenirken yalnızca taklitlerle sınırlı kalmayarak, belli kurallar çerçevesinde daha önce hiç duymadığı yepyeni cümleler de kurabildiğinden bahsediyor. Bugün pek çok biliminsanı, bu varsayımı destekler biçimde, beynimizde doğuştan gelen dilsel yapıların bulunduğu ve dile maruz kaldığımızda bu merkezlerin tetiklendi-ğini düşünüyor. Dil bir yana, bilişçiler farklı noktalara da parmak basmaktan geri kalmıyorlar. Örneğin, müzisyenlerin bir müzik aleti çalarkenki davranışlarının, bir düzine uyaran-yanıt eşleşiminden daha karmaşık temellere dayandığına dikkat çekiyorlar.

Müzisyenlerin bir müzik aleti çalarken davranışlarının bir düzine uyaran-yanıt eşleşiminden daha karmaşık temellere dayandığına dikkat çeken bilişsel akım 1950'lerde bilim dünyasında adeta bir devrim yarattı.

Bilişsel öğrenmenin temelinde, aktif öğrenenin geçmiş deneyim ya da bilgi birikimi üzerinden yeni düşünceler üretmesi ve zihinsel düzenlemesini yeniden yapılandırması yatıyor. Bu varsayımı öne süren Jerome Bruner, öğrenme sırasında bireyin bilgiyi seçerek kendine has çıkarımlara vardığını ve kararlarını bu çıkarımlara dayanarak aldığını düşünüyor. Tüm bu işleyiş sonunda bilişsel bir yapı oluşturuluyor. Bu bilişsel yapıysa deneyimleri anlamlandırarak kişinin yalnızca kendisine verilen bilgiyle yetinme-mesine, kendi yorumlan çerçevesinde yeni varsayımlar oluşturabilmesine olanak sağlıyor. İşte, tüm bunlar yaşanırken bellek çok önemli bir rol üstlenmiş oluyor. Görsel ya da duyumsal yolla duyusal bellekte tutulan işlenmemiş, ham bilgi buradan kısa süreli belleğe aktarılarak işleniyor. Bu işlenme sırasında dikkat de devreye girmiş oluyor. Dikkatimizin yönlendirilmesinde deneyimlerimizin rolü büyük.
Örneğin, silahlı birini gördüğümüzde dikkatimiz hemen silaha yöneliyor. Çünkü bu aletin ne kadar büyük zararlar verebileceğini biliyoruz. Kısa süreli belleğimizde elenen ve hatırlanmaya değer bilgiler daha sonra kullanılmak üzere uzun süreli belleğimizde kodlanıyor. Ancak bili-minsanları bu kodlanmanın nasıl gerçekleş-tiğiyle ilgili olarak halen bir fikir birliğine varabilmiş değil.

Bellek Teknikleri ve Öğrenme

Hatırlar mısınız, özellikle de bundan 5 -6 yıl öncesine kadar piyasada reklamları yapılan bellek teknikleri, olağanüstü başarılar vaat ederek çok kısa sürelerde, örneğin, bir yabancı dilin öğrenilebileceğini iddia ediyordu. Üzerinde birtakım resimlerin yer aldığı küçük kartlardan oluşan set, birbirine benzer sesleri ya da sözcükleri kullanarak bunları öğrenilmesi hedeflenen dildeki bambaşka anlamlı sözcüklerle ilişkilendiriyor, bu sözcüklerin akılda kalmasını kolaylaştırıyordu. Bahsettiğimiz bu bellek setleri aslında birer mnemonik (belleğe yardımcı) bellek güçlendirme yöntemi. Bu yöntemin kullanıldığı ticari paketlerde yeni öğrenilecek bir bilginin, daha önceden öğrenilmiş, iyi bilinen bambaşka bilgilerle ilişkilendirilerek akılda kalması sağlanıyor. İzlenen bu yol, bilgilerin içselleştirilmesini zorlaştırdığından bilgileri öğretmekten çok bellekte tutulmalarını sağlıyor. Bir tür ezberleme de diyebiliriz buna. Çünkü öğrenme, bilgileri kısa yoldan akılda tutmak değil, tam tersine uzun zaman dilimleri içinde yapılan sık ve anlamlı tekrarlarla, bilginin kendi dinamikleri içinde düzenlenmesini gerektiriyor. Üstelik çoğu mnemonik teknik, zihne fazladan yükleme de yapmış oluyor. Yalnızca öğrenilecek olan bilgi değil, o bilgiyle eski bilgiler arasında kurulan ilişkinin içeriğinin de kodlanması gerekiyor. Dolayısıyla söz konusu olan öğrenmeyse, kolaya kaçmamamız ve bilgileri içselleştirebilmek adına büyük çabalar sarf etmemiz gerekiyor. İnsan zihninin işleyişi, ancak böyle bir süreç sonunda öğrenebilmeyi mümkün kılıyor.

Bugün kullanılan mnemonik bellek tekniklerinin temeli Eski Yunan'a dayanıyor. Benzer şekilde Romalıların da bu yöntemlerden yararlanmış oldukları biliniyor. Romalılar, hatırlamaları gereken uzun listeler için zihinlerinde her bir söz öbeği için imge oluşturup, bu imgeleri de koridorlardaki belli noktalarla beraber kodluyorlardı. Örneğin, çok iyi bildikleri bir sarayın korido-rundaki her bir heykele, hitap metinlerinin bir cümlesini atıyorlardı. Bu heykelle hitap metinleri arasında kurdukları ilişkileri iyice zihinlerine oturttuktan sonra, metni hatırlamaları oldukça kolaylaşıyordu. Saraydaki heykellerin sırasını oldukça iyi bildiklerinden, heykelle ilişkisini kurdukları cümleyi dile getirdiklerinde, metni de kâğıda bakmadan okumuş oluyorlardı. Ancak Romalıların, bu tekniği bir şeyler öğrenebilmek için değil de genellikle geçici metinleri belleklerinde tutmak adına kullanıyor olmaları, bizim de yukarıda dikkat çektiğimiz noktaya bir kez daha vurgu yapıyor: Bellekte tutmak, öğrenmek anlamına gelmiyor.


( Bilim ve Teknik Dergisi internet Sitesi Psikoloji Sayfasından alınmıştır. )

Hiç yorum yok: