1.01.2008

Savaş Etkeni Olarak Soyutlama Anlayışı

Bugün yalanla savaş arasında çözülmez bir bağlantı bulunmaktadır; bugün diyorum, çünkü söz konusu olan sözcükleri kendi kendine bağlayan bir bağlantı değildir. Bize kendini sunduğu haliyle varoluşun edimselliğinde, savaşın yalana, çift biçimli yalana bağlı olduğunu onaylamamak olanaksızdır: Başkasına söylenen yalan ve kişinin kendisine söylediği yalan; zaten her ikisi de sıkıca birbirine bağlı ve belki de hukuken birbirinden ayrılmazdır.

Kendine yalan söylemeyen kişi; modern biçimleri altında savaşın, değeri olan hiçbir karşı fikre sahip olmayan bir keşmekeş olduğunu saptamadan edemez; bu belki de yalnızca, savaşın, silahsız bir hasma karşı yöneltilen salt bir saldırı olduğu yerler dışında böyle değildir -kuşkusuz bu da salt bir görünüştür-; ama bu durumda da savaş, sözcüğün tam anlamıyla savaş olmaktan çıkıp cezalandırıcı bir girişim gibi sunularak üstü örtülmeye çalışılan basit ve salt bir haydutluğa dönüşür; propagandanın tükenmez kaynakları da bu üstünü örtme girişimi için iş başındadır.
Bambaşka bir durumda, yani gerçekten silahlanmış hasımlar arasında çatışkı bulunduğunda, bugün biliyoruz ki her türlü risk, tasarlayışımızın sınırını aşar ve yıkılışlar, bütün görünüşler uyarınca, elde edilmek istenen faydaları aşıp geçer. Olgular önümüzde, hepimiz için dolaysızca okunabilir ve dışa vurdukları öğretinin, nasıl olup da hâlâ insanların büyük çoğunluğu için değilse de hiç olmazsa geleceklerinin bağımlı olduğu sözüm ona sorumlu bireyler için, ölü bir anlam olarak kaldığını kavramak çok zor. Ama açık ki burada yalanın rolü, her türlü düşünmenin (reflexion) berisinde belirleyicidir. Savaşı, onu yapmaya ya da ona maruz kalmaya karşı olanlara kabul ettirmek ancak organize yalan yoluyla umulabilir. Bu arada belirtelim ki" yapmak" ve "maruz kalmak" fiilleri arasındaki ayırım bugün silinmiştir; ve bu nokta üzerinde dikkat yoğunlaştırılmı-yor. Savaşı kabul ettirmek için bugün artık çıkarcılık düzlemine yerleşmeye kimse cesaret etmez, yalnızca zorunluluğun ya da sözüm ona dinî gerekliliğin düzleminde yer alınır. Sözüm ona dinî olanın kategorisi, ırk savaşlarını olduğu kadar devrimci savaşları, sınıf savaşlarını da kaplar. Böyle yönlendirilmiş olan her propagandanın temelinde yalan olduğunu göstermek elbette çok kolaydır.

Ama gerçeği söylemek gerekirse bu bir girişten başka bir şey değil. Burada taslağını çıkarmakla kendimi sınırladığım araştırma, yalanı ve soyutlamayı bağlayan uygun kişiyi belirlemekle ilgilendiğimizde başlıyor. Bu kez de şunu belirtelim ki kavramsal bir bağlantının kuruluşuna girişmek değil de tarihsel varoluşun içine yerleşmek söz konusu olabilir.

Öncelikle soyutlama ile soyutlama anlayışını ayırmak uygun düşecektir; ama bu ayrımı yapmak kolay değildir. Soyutlama kendi başına ele alındığında, hangi türden olursa olsun, belirlenmiş bir amaca ulaşmak için girişilmesi kaçınılmaz olan düşünsel bir işlemdir. Psikoloji, soyutlama ile eylem arasındaki içsel bağı mükemmel bir şekilde günışığına çıkardı. Soyutlamak, öncelikle yapılması gereken fazlalıkları atma girişimidir; fazlalıkların bu atılışı özde akla dayanan bir özellik sunabilir. Bu demektir ki zihin, hedeflenen sonucun elde edilebilmesi için gerekli olan yöntemli unutmalar hakkında açık seçik bir bilinci saklı tutmalıdır. Ama bir tür büyülenmeye boyun eğerek öncelikli koşullarına ilişkin bilincini yitirdiği ve kendisi yalnızca bir tutum hatta son çare olan bir şeyin yapısı hakkında aldandığı da olur. Soyutlama anlayışı, bu yanılgıdan koparılmaz, hatta onun, bu yanılgının ta kendisi olduğunu da zevkle söyleyeceğim. Soyutlama anlayışının, belli açılardan, emperyalizmin düşünsel dünyadaki dönüşümü olarak ele alındığını söylemek yanlış olur mu? Belki de az okunan Baron SeiUiere0' bu noktayı yeterince seçik olarak görmüştür. Önceliği, bütün diğerlerinden yalıtılmış belli bir kategoriye keyfî olarak bağladığımız andan başlayarak soyutlama anlayışının kurbanları oluruz. Ama önemli olan bu işlemin, görünüşlere rağmen, özde düşünsel bir düzlemde bulunmadığını iyice kavramaktır. Aslında söz konusu işlemin, değişmezcesine tutkulu olma özelliğini günışığına çıkartacak genelleştirilmiş bir psikanalize çağrıda bulunmak uygun olacaktır. Bu, örneğin insan gerçekliğinin bütününü ekonomik olgulardan yola çıkarak yorumlamaya yönelen herkes için en üst derecede doğrudur. Bu konuda en ufak bir yanılsamaya meydana vermemek için örneğin bir Marxçmm sanat sorunlarından söz ettiğini duymak yeterlidir. Sanat yaratımının özelliklerini, aynı dönemde ağır basan ekonomik koşulların altına yerleştirmeye yönelme edimi, hangi türde olursa olsun, akla uygun bir doğrulamaya sahip olamaz. Ve bu alanda, böylesi indirgemelerde hıncın rolünü günışığına çıkaran Nietzsche'nin ve özellikle de Scheler'in tamamlayıcı çözümlemelerine başvurmanın önemi ortadadır. Burada, doğrudan doğruya "bu şundan ibarettir...", "bu şundan başka bir şey değildir..." türündeki genel formüllerin karşısında yer almak gerekir; değerden boşandıran her indirgeme, hıncın yani tutkunun temelindedir ve gerçeğin belli bir bütünselliğine karşı girişilen bir tür suikasta denk düşer. Bu bütünselliğin hakkını tanımayı, yalnızca, açıkça somut olan bir düşünce umut edebilir. Ama görmemiz gereken nokta, salt görünüşler ya da salt üstyapılar olarak adlandırılanları kurban ettikten sonra geriye kalan ve tek başına saklı tutulmak istenen tortu öğesine yönelik belli bir kurgusal yüceltmenin, bu indirgemenin hep karşı tarafında yer aldığıdır. Burada mutlak olarak genel olan bir fenomen var ve bu gerçeküstücülerin polemiklerinde olduğu kadar Marxçı eleştirilerde de göz önüne çıkabilir. Kuşkusuz, geleneksel ve tepkisel bir felsefe de, dışlama (exclusion) anlayışıyla kendini yönlendirdiğinden belli bir noktaya kadar benzer belirlemelere yol açar. Ama yine de yapılması gerekli önemli bir ayrım var, çünkü herşeye rağmen bu felsefe, benim soyutlama anlayışı olarak adlandırdığım anlayışın, en kökten biçimde karşıtında yer alan, geçmişe ve insanca-tanrısal belli bir emanete saygılı bir eğilim taşır; söylenebilecek tek şey şudur: Bu düşünme tarzı da, tıpkı bütün diğerleri gibi, dokunduğu her şeyi kaçınılmazcasına çarpıtan soyutlama anlayışının egemenliği altında, tam olarak, kendini katılaştırma, kurutma ve arındırma (steriliser) tehlikesiyle hep yüz yüzedir. Bu soyutlama anlayışı, gözümüzün önünde bir şekilde Bay Ju-lien Benda'nm(2> kişiliğinde ete kemiğe bürünmüştür.

Ama soyutlama anlayışının tutkuya dayalı bu aşağı yanlarının bilincine varılır varılmaz, bunların, olabilecek en kuşkulu savaş etkenlerinin içinde yer aldıklarını anlamak da olanaklılaşır; ve bu noktada, birbirine bağlı pek çok gözlem kendisini dayatır. Bunlardan en önemlisi bence şu: Sonuçta ortadan kaldırmaya hazır olmam gereken başka varlıklara karşı savaş eylemine girişmemi benden istedikleri andan başlayarak (bunu isteyenler, Devlet ya da bir parti veya askerlik yahut da dini bir grup vb. olabilir), yok etmeye yönlendirilmiş olduğum varlığın bireysel gerçekliğine yönelik bilincimi kaybetmem zorunludur. Onu günah keçisine* dönüştürmek için, soyutlama yoluyla onu değiştirmek kaçınılmazdır; o, komünist ya da antifaşist yahut faşist vb. olacaktır. Burada, zihin tarafından bilinçli olarak ortaya konulan bir girişimin bulunduğunu aslında hiç düşünmedim. Hakikat çok daha derindir. Bana öyle geliyor ki burada söz konusu olan, hınç öğesinin, kuramsal ayrıştırma eğilimiyle bağlı bulunduğu bir düzenleniştir. Bu düzenleniş, örneğin hayranlıkla seyreden kişinin bütünü ile hayranlıkla seyredilen kişinin bütünü arasındaki bir tür gerilim olan kaynağındaki haliyle ve saf biçimiyle hayranlığa, özde karşıdır. Gerçekten şunu da belirteyim ki, -bu bana yapılabilecek en önemli gözlem olarak görünmekte- hayranlıkla seyretmenin (contemplation) olağanüstü geri çekilişi, bir yandan soyutlama anlayışının gelişimine bağlıyken bir yandan da, daha vahim bir şey olarak dünyadaki savaş anlayışının yoğunlaşmasının bağlaşığıdır (correlatif). Hayranlıkla seyretme sorunuyla barış sorunu, yalnızca birbirlerini desteklemekle kalmayıp bir ve aynı konuyu oluştururlar; ama bir kez daha belirtelim ki, kendi başına ele alındığı haliyle soyutlamadan doyum sağlama eğilimi ile hayranlıkla seyretme arasında karşıtlık bulunmaması olanaksızdır.

Çok daha ileri gidip yaşadığımız dünyanın, soyutlamaların soyutlama olmayı sürdürerek cisimleştikleri, başka deyişle, ete kemiğe bürünmeksizin maddeleştikleri bir dünya olduğunu gözlemlemek gerekir ve bu, onun mahkûm edilmiş bir dünya olduğunu belki de en açık biçimde gösteren çizgilerden biridir. (Örnek vermek ya da açık kılmak için, çağdaş dünyada mimarlığın olağanüstü yoksulluğunun bu genel olguya bağlı olduğunu söyleyeceğim.) Çağdaş dünyada, kitle idesinin uğursuz kullanımını bu perspektif içinde ele almak gerekir. Kitleler...işte benim anladığım anlamda, gerçeğe yani faydacı bir biçimde güce, kuvvete dönüştüğü halde bir soyutlama olarak kalan soyutlamanın en anlamlı, en tipik örneği.Gerçekleştirilen bu tür soyutlamalar, bir biçimde savaşa yani, kısaca birbirlerini yıkmaya doğru önceden düzenlenmiştir. Ve bu noktada, en çeşitli ve en somut gelişmeler işin içine girer: örneğin, bütün uğursuz etkileriyle yüksek tirajlı basın bu türden soyutlamaya açıkça bağlıdır. Son araştırmalarımın ana konularından birini yeniden ele alarak, bu basının temelde düşünmeye (reflexion) karşı, olabilir her düşünmeye karşı, ama aynı zamanda da -ve tersine- düşünme adını hak eden her şeye karşı, ki bundan, kendine ait en içten etkinlik olan titizliğin bilincine vararak, aksine, somuttan yana ve somutun yararına işlemesi gereken düşünmeyi anlıyorum; basının işte bu düşünmeye karşı yönlendirilmiş olduğunu söyleyeceğim. "Somuttan yana, somutun yararına" deyişlerinde düşünmesiz bilinci (conscience irreflechie) yakalayan bir yan var; böylece somutun, kendini öncelikle sunduğu, yola çıkılması gereken nokta olduğu sanılıyor. Ama hiçbir şey bundan daha yanlış değildir; ve bu noktada Bergson, Hegel'le birleşir. Somut, sürekli olarak fethetmeye yöneldiğimizdir. Başlangıçta yer alansa, işlenmemiş soyutlamaların bir pıhtı gibi durduğu, adlandırılamayan ve adlandırılmamış bir tür karmaşadır. Somut olan, bilimsel olarak ele alman soyutlamanın ötesinden yeniden tutulabilir ve yeniden fethedilebilir. Aynı sorun, benzer terimlerle barış için de söz konusudur. Hiçbir yanılsama, barışın, başlangıçta yer alan bir durum olduğuna inanmaktan daha tehlikeli değildir; kendini başlangıçta ortaya koyan, savaş bile demlemeyecek bir şeydir ama savaşı gizlice içinde barındırır. Araştırmanın bu noktada içselleşmesi gerektiğini ve hayranlıkla seyretme ile barış arasındaki yukardaki bağlantıların bu içselleşme sayesinde aydınlanabileceğin! gözlemleyelim. Her birimiz kendimize, kendi kendimizle barış durumuna hangi koşullar altında girdiğimizi sormalıyız; bu iç barış durumunun başlangıçta yer almadığını, alamadığını ve yalnızca bir sonuç, en zor, en üst düzeyde bir varış olduğunu iyi biliriz. Ama gözleri körleşmiş bazı düşünürlerin varsaydığına karşı olarak, kardeşlerimizle barışık değilsek kendimizle barışık olamayacağımızı da gayet iyi biliriz. Kardeşlerimiz diyorum ve burada en şematik taslaklarını çizmiş olduğum bu nokta, kardeşliğin özü üzerine yapılacak olan bir araştırmayla açığa çıkacaktır.

Oysa, soyutlamada kardeşlik hiç yoktur ve olamaz. Bu bakımdan hiçbir şeyin, Fransız Devrimi insanlarına doyum sağlayan formüllerden daha yanıltıcı ve yalancı olmadığını düşünüyorum. Onlar safdillikle inandılar, çünkü özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin aynı düzlemde yer alabileceği, tam olarak gelişmemiş bir felsefeden etkilenmişlerdi. Ama tam da burada, hiçbir şeyin bundan daha az uygun olmadığını düşünmekteyim. Eşitliğin soyutlamaya dayandığını kabul etmeyi bilelim, eşit olanlar insanlar değildir, çünkü insanlar üçgenler ya da dörtgenler değildir. Eşit olan, eşit olarak konulması gerekenler asla varlıklar değil de, bu varlıkların birbirlerinde tanımaları gereken haklar ve ödevlerdir; bu tanıma olmaksızın kaos olur, bütün ürkütücü sonuçlarıyla tiranhk olur -en kabanın en asil karşısındaki üstünlüğü olur.
Ama haklarla ilişkili olandan, varlıklarla ilişkili olana geçmeye kalkışıldığında, trajik bir hatanın suçlusu olunur ve eşitlikçilik olarak adlandırılan şeyin, bugün tanığı olduğumuz canavarca sapıklıklara hangi diyalektikle ulaştığını göstermek kolay olacaktır.

Bu diyalektik açıkça, soyutun bir kategorisi olan eşitliğin, yalana dönüşmeksizin ve bunun sonucunda da demokratik olmayan her rejimde görülenleri aşan eşitsizliklere yol açmaksızın varlıklar alanına geçemeyecek bir şey olmasına dayanır. Burada da karşımıza çıkan yine savaştır ama artık tanınmaz biçimler altındadır, çünkü aslında, toplam bir güçsüzlüğe indirgenmiş milyonlarca varlığın sistemli ezilişi olmuştur.

Hiç unutmamalıyız ki milyonlarca, on milyonlarca varlığın köleliğe indirgendiği bir dünya barış içinde bir dünya olarak değerlendirilemez; ama öte yandan, söylenebilecek her şeye rağmen, böylesi büyük bir haksızlık durumu, hukukun temel ilkelerinin dile gelmediği, hatta tasarlanmadığı dönemlerde var olabilecek olan durumdan kökten farklıdır. Düşünen bir zihin için en ürkütücü skandal korkusu, biçimsel olarak hiç kimsenin karşı çıkma cesaretini tam olarak gösteremeyeceği bu ilkelerle, en temel hakların sistemli çiğnenişi arasındaki hoşgörülemez çelişkidir. En ciddi sorunsa, bu çelişkinin, basit düşünsel bir veri olarak değil de varoluşun içinde nasıl olup da olanaklı olduğudur. Ortaya koymaya çalıştığım, tam da, bir tür zekâ hastalığı olarak değerlendirilen soyutlama anlayışının bu çelişkiyi olanaklı kıldığıdır. Ayrıca "zekâ hastalığı" deyişi de ta-mıtamına uygun bir deyiş değildir. Soyutlama anlayışının kökeninde tutku bulunur. Demek ki, yüzeysel bir biçimde kendini, basitçe zekânın bir hastalığı olarak gösteren şeyin kaynaklarını görmek için daha fazla derinleşmek gerekir. Bu da, henüz ele almadığımız başka bir araştırmanın konusudur.


( Cogito güz 5 1995 - Gabriel Marcel - Fransızca'dan Çeviren: Medar Atıcı )

Hiç yorum yok: